Friday, September 28, 2007

Dans - Kıvrak Sosyal Bilimler



“Dans öyle ‘oturup’ üzerine konusulacak bişi değil, o zaman hıyarlara benzeriz yani...”

Cemtan


Danseden metodlar...[1]

Dans üzerine araştırma yapmak, konuşmak, yazmak, dansın fotoğrafını, filmini çekmek, tüm bu ‘temsili’ çabalarla, dansı anlaşılabilir, belirlenebilir ve akıl ile açıklanabilir kılmaya çalışmak, aslında bir tercüme etme işlemidir. Ve ‘tercüme etmek’, ihanet etmektir.[2] Çünkü bir biçimi bir yerden başka bir yere taşırken, ‘bazı’ şeyler muhafaza edilir ancak herşey edilmez, pek çok şey bu arada kaybolup dökülür, işte bu yüzden taşınan yani tercüme edilen şeye kaçınılmaz olarak ihanet edilir (ibid). Dansı sosyal bilimsel bir araştırma konusu olarak çalışan kişi, eğer dansa aşıksa bu ihanetin vicdan azabıyla yanarken, kendini, araştırma yöntemlerini sorgulamaktan, farklı arayışları zorlamaktan alıkoyamaz, yani ihanet’ten kaçışın yollarını arar. Üç boyutlu bir hacmi, tek boyutlu bir yüzeye çevirmek, aktarmak, tercüme etmek, araştırmanın esas ‘sorunu’ haline gelebilir. Dansı yazmak, dansı durdurmak onu sabitlemek, bir yerlere (güç, sınıf, cinsiyet, ırk ilişkileri vs) çakmak, araştırmacıya (ihanetçiye) tarifsiz acılar yaşatır, ve çare olarak kendini ‘oluş ontolojisinin’ kollarına atarak, yazıda hareketi canlandırmanın yollarını arar.

Hareketi, anı ve olayı nasıl anlayabiliriz? Bunun tek bir yolu var: Olarak, yani harekete karışarak, ‘an’ içinde olarak ve ‘olay’ olarak. Ancak onu yazıya taşımak; işte bu bambaşka bir mesele. Yani dans hakkında daha başka bir anlayışa sahip olmak dansederek, dans olarak mümkün. Dolayısı ile dans konusunda yapılan bir sosyal bilimsel araştırmada, geleneksel araştırma tekniklerinin sorgulanması, yaratıcı açılımları yakalamak için araştırmanın bir ‘oluş’ olarak süreçlendirilmesi ve deneysel yöntemlerin denenmesi kaçınılmaz, yani dansı anlamak için dansa karışmak. Diğer bir deyişle araştırma, dansın kendisi gibi bir ‘edim’e (performansa) dönüşürken, araştırmacı da dansın sınırlarını çizme zorunluluğundan kaynaklanan ızdırabı, bilginin sınırlarını araştırarak gidermeye çalışır (epistemoloji). Uzlaşımsal akademik yazı biçimleri içinde kıvranmak yerine danseden bir yazı canlandırılabilir mi? Bu nasıl mümkün olabilir? Dans dilde oynamalı, kıvrılıp, bükülmelidir, çünkü ancak şiir, hikâyeler, metaforlar ve alegorilerle dansın kıvraklığına ulaşılabilir. Örneğin aşağıdaki şiirin, dansın duygusunu canlandırması yada bizi duygulandırması, dolayısıyla bilgilendirmesi bakımından, uzlaşımsal tarzda yazılmış bir doktora tezine göre çok daha etkili olduğu söylenebilir.

iki pare

havanda dönenir durur,
diskoda caaan..
ille de ol diyeni,
olmam diyeni
dönüyor devran

yükselir cesaret ile
derine gösterişsiz bir mucize.
alçakgönülle gösterişsiz utanır,
sen alemdesin..
o aleme..[3]

Sosyal bilimin dili ve yazı biçimi ‘gerçekçilik’ akımının yaygın etkisi altında, bulgulara dayanan analizlerle gerçekleşen ‘kesin’ ve ‘emin’ bir tarzda kuruldu. Danseden bir dil, danseden bir araştırma, bu kesinlik ve katılığı kıvıran, kıvırtan, eğip büken, esnelten ve uçuran bir etki olarak, onu ‘titrek sosyal bilim’[4] değil ‘kıvrak sosyal bilim’ yapabilir mi? Denemek lazım...


Bir Güç olarak Dans: dansetmek ‘canlı’ olmaktır...

“Dans bana güç veriyor

O benim silahım”

Michal


Dans uçurucu bir kuvvet, çünkü öncelikle yaşama, etme, eyleme etkinliğimizi çoğaltıyor ve bu esnada farklı olasılıklarımızı görüp, gerçekleştiriyoruz. Dans, oyuncu bir canlılığa sahip, düşünen insanın değil, oynayan insanın işi, yani Apolloncu değil Dionysosçu. Dansın yaşama kuvvetini arttırabileceğini varsayarsak en azından bazı hallerde, neler olabileceğini Spinoza’dan, daha doğrusu Deleuze’ün Spinoza’sından okuyabiliriz. Ona göre bir düşünce biçimi olarak fikir, bir şeyi temsil eder ve dolayısıyla temsili bir düşünce biçimidir, oysaki duygu herhangi bir şeyi temsil etmeyen bir düşünce biçimidir. Acı, aşk, hüzün, tüm bunlar temsiliyet dışıdırlar yani kendi başlarına herhangi bir şeyi temsil etmezler: “Bir istek, bir arzu, bir irade, kesin bir şekilde, bir şey istediğimi anlatır; istediğim şey bir temsil nesnesidir; istediğim şey bir fikirde verilidir; ama istemem bir fikir değildir, bir duygudur; çünkü temsili olmayan bir düşünme tarzıdır”.[5] Yani Spinoza’ya göre temsiliyet dışı olan tüm düşünce biçimleri duygudur ve fikir duygudan önce gelir. Yani bir şeyi sevmek için önce onun hakkında bir fikre sahip olmamız gerekir. Dansı severken, dans etmek isterken onun hakkında bir fikre sahibizdir ama dans ederken tutkuyla yandığımızda ya da umuda koştuğumuzda, temsiliyet dışı bir alanda, duygunun alanındayız. İşe bu yüzden dansın yazısı, temsiliyet dışı birşeyi temsiliyetin alanına taşımak, ve onu tercüme ederek temsil etmektir; ihanetin daniskasıdır yani.

Gündelik hayatımızda fikirler içimizde sürekli ve anlık olarak birbirini yerini alırlar. Yani bizler Spinoza’ya göre içinde fikirlerin sürekli olarak doğrulandığı ‘ruhsal otomatlarız’. Ve varolma gücümüz, varolma kuvvetimiz yada eyleme gücümüz sürekli bir değişim rejimine tâbidir, ve “varolmak bu demektir”.[6] Başka bir deyişle varolma kuvvetimizi yada eyleme gücümüzü sürekli olarak arttıran-azaltan-arttıran-azaltan devamlı bir değişim söz konusu. Ve hayatta iki temel iki duygu var; ‘neşe’ ve ‘keder’. Diğer tüm duygular bu iki temel duygunun farklı varyasyonlarıdır. Eyleme gücümüzdeki artmalar bizi neşelenmeye, azalmalar ise kederlenmeye doğru iter.

Dolayısıyla biz sokakta, evde, televizyonda, danstaki karşılaşmalarımızın bizde kendini onayladığı fikirlerden duygulanarak sonsuz bir salınım içinde ‘neşe’ ile ‘keder’ arasında gidip geliyoruz. Ve pek çoğumuz bunun farkına hiç varmadan öylece yaşayıp gidiyoruz. Diyelim, radyoda bir şarkı çalıyor: “bu beni 85 yazına götürdü, ne cevizler kırmıştım o yaz, şarkı beni neşe ile duygulandırıyor içim kabarıyor, çok güçlüyüm, aman o da ne, hiç sevmediğim biri geliyor karşıdan hüzünlendim, karardım, kurudum, güçsüzleştim...”

Dans pisti de hayatın ta kendisi gibi sürekli olayların birbirini etkilediği, tetiklediği neşe ve kederin sonsuz karşılaşmaları ve çarpışmaları ile örülen bir anlar silsilesi. Uzam, dostça yada düşmanca tüm ilişkilerimizin, karşılaşmalarımızın ve bağlantılarımızın toplamı; ve mekân gibi o da sürekli olarak yeniden ve yeniden yapılıyor, ediliyor, oluyor. Dans uzamı ise neşe ve kederin durmaksızın aktığı, karşılaştığı, birbirine bağlı olarak arttığı ve azaldığı, bir noktadan diğerine sıçradığı sürekli hareket halinde oynayan bir ‘yerzaman’. Bir dans ve müzik tutkunu olan Cemtan şöyle diyor:

“ ...içinden geliyo hakkaten, yani içindeki bi şeyden doğuyor... işte ‘neşe’ gibi yani... hakikaten sen doğuruyosun onu ve bişey yayıyosun evrene... müthiş bir şey yolluyorsun dünyaya... güzel bi enerji yolluyosun ve bir ‘güç’ bu yani eee.. ne diyim sana, bi çok kötü ve kara delik enerjilerin yanında, işte bunlara karşı daha doğrusu bunların yanında, çok büyük bir ‘neşe’ enerjisi yayıyorsun sen ... kendiliğinden bi kere... saf ... kendiliğinden ilk etapta saf ve hakikaten de iyi güzel bi enerji yolluyosun işte ... dansetmek işte ya...aşk bu anladın mı?”


Cemtan’ın anlatısında çok önemli bir şey var; dansı neşe ile ilişkilendirirken, onu ‘kara delik enerjilerinin’ yani kederli duyguların, önce ‘karşı’ sında konumlandırıyor, sonra düzeltiyor ve ‘yanına’ koyuyor. İste bu yeniden konumlandırma, aslında dansın farklı türden bir ‘güç’ olması ile, ya da dansın içkin gücü ile ilgili. Bu bizi dansı ‘güç’ ilişkilerinin nüfuz ettiği bir alana hapseden, veya dansı ‘güç’ e karşı bir ‘direniş’ olarak sabitleyen, yada ‘oyuncul’ olduğu için ‘güçten’ kaçan, sıyrılan bir eylem olarak görmek gibi tasarımların dışına taşıyor.[7] Dansın ‘içkin’ ve ‘farklı türden’ bir ‘gücü’ var, neşe’den doğan bir ‘güç’ bu, yapma, etme ve dünyayı ‘canlandırma’ gücü.

Uzamın arkadaşça ve düşmanca bağlantıların ve karşılaşmaların toplamından ibaret olan ve sürekli olarak yeniden yapılan, oluş halinde bir yerzaman olduğunu gözönünde bulundurarak, dans pistine baktığımızda; varolmanın keder ve neşe arasındaki sürekli varyasyon rejimini görürüz; canlı, oracıktadır. Tüm bu farklı türden ilişkileri, karmaşık ve çoğul etkileşimleri dans ederken ya da dansetmeyi etmezken (oyun bozanlık hali), yeniden ve yeniden yapar ve canlandırırız. Yani orada hayatı ve ölümü, neşeyi ve kederi artan ve azalan hallerde yaşarız. Dans pisti elbette ki mutlak bir saf neşe uzamına indirgenemez. Karşılaşmalar, mücadeleler ve çarpışan kuvvetler vardır orada, tıpkı hayat gibi.

“...herkes sigara uzatıyor, herkes içki ısmarlamak istiyor ... sonra bakıyosun elleri hareket etmiyo, ayakları hareket etmiyo, yüzüne bakıyonsun hiç dansetmek modunda değil, ama orada bulunuyo ... duruyo boyle ... orda yer işgal ediyorlar ve senin dansını engelliyorlar ... sana küfür bile edebiliyorlar ... seni zayıf ve de küçük görüyorlarsa, köpekler gibi korktuğunu anlayıp gelirler, korkan insana giderler .. .çakallar falan da aynı öyle... Kafka’nın bi hikayesi vardı... bi vadi vardı, orada çakallar vardı ... aynen öyle dansederken de, çakkallar etrafinı sarıyorlar, seni bi leş gibi görüyorlar onlara git demezsen arkadaşları da geliyo, hani böyle zayıf bir deve falan kanı akıyodur bi çakal gelir emer, daha fazla kan çıkar, daha fazla çakal gelir bitersin ... o yüzden yaralı olsan da, kimsenin kanından faydalanmasına hiçbir zaman izin vermiyceksin...”

Banu

Yani dans pisti hiç de oyle neşeden ve oyundan ibaret homojen bir yer değildir. Farklı türden duyguların, ruhların birarada, beraber varolduğu, binbir tane olasılığına açık olan ve dünyaların orada, o anda, yapıldığı, gerçekleştiği, üretildiği, çeşitli ve çoğul bir karşılaşmalar uzamıdır. Uzam asla sınırlı, kapalı, sabit terimlere indirgenemez[8]: Aksine, ‘karmaşıklık’ içinde sürekli olarak yeniden ve yeniden oluşmaktadır. Dolayısıyla gerçeklik, uzam ve oluşlar tüm olasılıklara açıktır ve daha çok bizim ve nesnelerin o anda, orada, nasıl karıştığımızla, tüm bu bedenlerin karşılaşmalarında birbirlerinden nasıl duygulandığı ve birbirlerini nasıl duygulandırdığı, yani nasıl oluştukları ile ilgilidir. Dolayısıyla, Banu’nun deyimiyle ‘çakal’ lara kan vermek yerine onlarla oyunda oynayabiliriz; kendimize ve onlara gülebiliriz, bütün bunlar olasılık dahilindedir. Toplamda dans pistini ‘oyun bozan’ların ve ‘oyuncu’ların yanyana oldukları, neşe ve kederin bir arada sürekli değişim içinde varolduğu bir alan olarak düşünürsek, bu gibi haller, yani kederlendirici karşılaşmalar konusunda ne yapabiliriz?

Spinoza hayatlarımız içinde belirleyici olduğumuzu düşünmüyor, aksine karşılaşmaların tesadüfüne terkedilmiş olduğumuzu söylüyor. Sürekli olarak iyi ve kötü karşılaşmalar yaşıyoruz, azalıyoruz, artıyoruz ve bu tamamen raslantısal. Ve nedense hep kederlerimizi toplayıp duruyoruz. Oysa Spinoza bize yerel bir ‘neşe’den başlamamızı öneriyor. Burada ‘yerel’den kasıt gerçekten sizi ilgilendiren, size sevinç veren birşey. Bu kiminde danstır, kiminde bahçecilik. Örneğin dansta özel olan şey bir topluluk olması ve birarada bir oluşa geçme olasılığı. Spinoza bu sevinci bir ‘tramplen’ gibi kullanıp onu yaygınlaştırmamızı öneriyor, ve bu durumda karşılaşmaların sonuçlarından, nedenlerine doğru geçmiş olacağız:

“Bir sevinç tadıyorsunuz... Orada bundan bir tramplenmiş gibi faydalanmalısınız... Genel olarak insanlar hep mutsuzluklarının toplamını yapıp dururlar – nevrozun ya da depresyonun başladığı nokta tam da budur; dırdırcılar gibi mutsuzluklarımızı sayar dururuz: Lanet olsun, şudur budur. Spinoza tersini önerir. Kederlerimizi toplayıp durmak yerine, sizi gerçekten ilgilendirdiğini hissetmeniz koşuluyla yerel bir sevinçten başlayın. Bunun üzerinde ortak mefhum inşa edilecektir, bunun üzrende yerel olarak alan kazanmak, bu sevinci yaygınlaştırmak gerekecektir... Bu artık bir sürekli varyasyon olmayı bırakır, çan biçimli bir eğri haline gelir. Sevinçli tutkulardan yola çıkıyorsunuz. Eyleme kuvvetindeki artıştan başlıyorsunuz...benim bedenim ile beni sevinçle duygulandıran beden arasında ortak olan bir şeyin mefhumuyla; yaşayan ortak mefhumlarınızı azamiye yükseltiyorsunuz ve sonra yeniden kedere doğru iniyorsunuz –bu kez şu ya da bu bedenin sizinkine niye uymadığını, şu ya da bu ruhun sizinkine niye uymadığını anlamak için oluşturacağınız ortak mefhumlarla.[9]

Dans ve müzik sevinçli bir tutkunuzsa eğer, dansederken neşe ile duygulanırsınız ve daha çok dansettikçe daha çok neşelenirsiniz. Daha da dans eder, delirir, maymun olursunuz, çocuk olursunuz, inek olursunuz. Kendinizin ve dünyanın ‘aptal ciddiyetine’ gülebilirsiniz.[10] Öyle bir eyleme kudretine ulaşırsınız ki, dağları delebilirsiniz. Tabii burada uzun saatler boyunca, durmadan dansedilen ve bir tür ‘trans’ haline girilen bir hâl söz konusu... Yani dans bir oyundur, ama emek vererek, üzerine çalışarak çok ciddi oynanması gereken bir oyundur. Diyelim ki tam kendimizden geçmişiz; ‘ben’den, ‘biz’e ordan ‘hiç’e geçmişiz ki, o da ne? Biri kasten bize çarpıyor ya da pandik atıyor, üstelik diğer eliyle de yanındaki kız arkadaşının elini tutmuş (mesela). Trajedi ve komedya içiçe hayatta... Bu durumda, o an içinde neşe ile ne ölçüde etkilenmiş olduğumuza, hayata ve kendimize ne kadar gülebildiğimiz, kendimizi ne kadar yükseltmiş olmamıza bağlı olarak, bu olayla ‘karşılaşacağız’. Bu karşılaşmada kederi ‘çevirme’ onunla ‘oynama’ potansiyeli dansın içkin gücünden dolayı bir ‘olasılık’ olarak mevcuttur. Ve bu hayatlarımızın diğer alanları, yarattığımız gerçeklikler açısındandan da önemlidir.


Bazıları dünyayı dansederek değiştiriyor, ya siz ?..

“... mesela sen burda dansediyosun, Afrika’da da biri dans ediyo, Amerika’da da birisi dans ediyor, o insanların yaptıkları dans seansı o, o da bi network anlatabildim mi? birbirini tanıyo bu abi, ordaki dansla, burdaki dansın dalgası, dalga boyutunda birbirini tanıyor ve seviyor abi... işte şey gibi ya, bizim burda yaptığımız hareketler, söylediğimiz sözler, mesela yaptığın müzik, bi şekilde, eee gittikçe hareket ettikçe dünya etrafında yayılıyor ya, ve yayıldıkça genişleyip dağılarak daha bi başka büyüyor ya... şimdi dans ettiğinde senin hareketlerinden yayılan enerji de dünyayi dolaşıyo abi böyle düşün...”

Cemtan

Evet aynen böyle işte, tüm bu danslar, müzikler, kahkahalar[11], aslında hepimizin hayatlarıyla ve genel olarak dünya ile ve an be an yarattığımız gerçekliklerle ilgili. Yani bizim küçük, gündelik hayatlarımız, bu hayatlarda nasıl dünyalar kurduğumuz, neşemizi direk neşeden mi, yoksa dolaylı olarak nefretten mi alıyor olduğumuz (aman dikkat, bunlar zehirli neşeler, başkasının kederinden neşelenmek gibi örneğin) önemlidir. ‘Bütün’ü anlamaya çalışmak yerine ‘hücre’ye mi yöneldiğimiz, yani yukarıya bakmak yerine, aşağıya; aşağıda sürünen, debelenen, olağan ve sıradan olana bakmayı tercih edip etmediğimiz önemlidir. Çünkü bütün bu ‘birey birimler’ yada ‘hücreler’, birbiri ile bağlantılı olmasa bile birbirine tesir eder, birbirini etkiler ve duygulandırır. Böyle bir bakış, bu ‘barok karmaşıklık’, sosyal bilimde, farklı türdenlikleri, çoğulluğu göz ardı etmeyen ‘gerçeklikler’ yaratmamızı mümkün kılacaktır.[12]

Dansta ya da başka bir yerde, (ama keder ile zehirlenmemiş bir neşe kaynağında), kendi yerel sevinçlerimizi çoğaltarak, dünyalarımızı ve toplamda dünyayı ve gerçeklikleri daha başka bir hale getirebiliriz. Dans bu anlamda ‘canlı’ ve ‘oyuncu’ bir gündelik yaşam politikası, ve yaşam içinde ‘canlı’ olmanının yaratıcı yollarından biridir. İktidarın (ölümcül bir güç olarak) etki alanının dışında uçan, onun içinde ama ötesinde olabilen, başka türden bir güçtür dans. Çünkü iktidar, kederimizi arttırarak bizi zayıflatan, dolayısıyla daha kolay kontrol edilebilir hale getiren bir mekanizmadır. Yani iktidar, bizim kederimize muhtaçtır aslında. İktidarın işlemek için, bizim kederle zayıflamamıza, eyleme gücümüzü kaybetmemize ihtiyacı vardır:

“Evet, kederli tutkular tattırmak iktidarın işleyişi için zorunludur. Tebaalarının kederine ihtiyaçları var onların.” [13]

Biz neşemizi arttırarak, eyleme gücümüzü arttırabiliriz. Bunun için de yerel sevinçlerimizi yaygınlaştırmamız gerekir. Bizimle iyi birleşen, bizi çoğaltan şey nedir? Yemek yapmak, felsefe, dans, bisiklet, dağcılık... Yani bir şekilde ‘akış’ deneyimini[14] getiren herhangi bir neşe kaynağı bulmaktır sözkonusu olan. İşte, bazılarımız bunu kıvırtarak yapıyorlar. Dans, kişiye, kendisinin ve dünyanın diğer olasılıklarını görme, gerçekleştirme ve fark etmeyi sağlayan bir ‘saf uzam’, bir tür sıfır noktası sağlayabilir:

“Esrime hali dans, kesinlikle esrime hali; akıcı birşey devinim halindesin, hareket var, heyecanlandırıyo ... senin ihtimallerinden biri, bak öyle bişey de var, o ihtimal dediğim şey, hani o an, danseden insan olarak birisin yani, başka bi hayal durumuna geçiyosun ve ihtimallerini görüyorsun, o partnerin ne yaşadığını, ya da o toplulukla ne yaşadığını... ihtimallerini gördüğün ve gerçekleştirdiğin bi alan...”

Deniz

. Duygun Erim .

. Kaynaklar .

Csikszentmihalyi, M.; Beyond boredom and anxiety, Jossey-Bass Publishers, San Francisco, 1975.

Deleuze, G.; Spinoza Üzerine 11 Ders, Çev. Ulus Baker. Ankara: Öteki Matbaası, 2000.

Kwa, C.; Complexities : social studies of knowledge practices içinde (Eds, Law, J. and Mol, A.) Duke University Press, Durham, pp. 23-52, 2002.

Law, J.; Aircraft stories : decentering the object in technoscience, Duke University Press, Durham, NC, 2002.

Law, J.; After method : mess in social science research, Routledge, London ; New York, 2004.

Saldanha, A.; Tourist Studies, 2, 43-62, 2002.

Thrift, N.; In Geographies of resistance (Eds, Pile, S. and Keith, M.) Routledge, London; New York, 1997.


[1] Bu metin Duygun Erim’in Çek Cumhuriyeti, Brest (Fransa), İstanbul (Türkiye) ve Londra’da (İngiltere) gerçekleştirdiği çok-alanlı etnografik araştırmanın ve yazmakta olduğu tezin bir kısmıdır.

[2] Law 2002: 99.

[3] İki Pare, Sona Ertekin.

[4] ‘Titrek sosyal bilim’: Belirsiz, muğlak ve olasılıklara açık olması dolayısıyla postmodern epistemolojiye getirilen eleştiriye atfen.

[5] Gilles Deleuze 2000: 11.

[6] Deleuze 2000: 15.

[7] Saldanha, Thrift.

[8] Euclidyen uzam.

[9] Deleuze 2000: 39-40.

[10] Bkz, Baktin 1984.

[11] Bkz, Bakhtin 1984, kendine gülmek.

[12] Bkz. Leibniz 1991, Kwa 2002, Law 2004.

[13] Deleuze 2000: 17.

[14] Csikzentmihalyi 1975.